30 Eylül 2011 Cuma

YENİ BAHARLARIN TOHUMU














Leyla İpekçi
30 Eylül 2011

-Yüzümüzde mevsim değişikliği. Solgun, mat ışıklar... Ilıklık ile serinliğin kıvamlı buluşması... Başımın üzerinde sık sık yer değiştiren katman katman bulutlar. Yaz boyu ağaç gölgesinde uyuklayan mahmur kelimeler yeniden kıyama durmaya başlıyor...
Evet ben de çoğumuz gibi çok severim sonbaharı. Yaprakların usul usul uçuşmasını havada. Önce salına salına, derken giderek daha hızla düşüşlerini izlemeyi. Güneşin giderek eğilmesini, dalların arasında gizlenmesini... Hep coşkuyla karşılarım.
Hüzün ve vedayı değil, buluşmaları vaat eder bana sonbahar. Sonra'nın evvel'den daha hayırlı olduğuna dair bir ipucu taşıdığına inanırım. Sonbaharın kekre kokuları, ürperten esintileri, belli belirsiz şefkati, tozu, zerresi... İnsana henüz kendinde görmediği yüzlerinin gölgesini düşürür biraz. Evet, sonrası vardır daha.
Sonbahar: Her şeyin sonrası... Korkularımızı sarmaşık gibi saran umut.
Caminin avlusunda öğle namazını beklemek için toplaşan ihtiyarların sayısında bir artış var yine. Kırk yıldır aynı ağacın altından dünyayı seyreden biri olarak, evet, avluda bekleyen ihtiyarları daha çok görmeye başlarım sonbaharda. Belki bana öyle geliyordur. Onları ancak sonbaharda görmeye başlıyorumdur.
Bir hafiflik gelir bana, onlara bakarken. Teselli olurum. Henüz bilmediğim bir teslimiyet içinde olduklarını görürüm sonbaharı seyreden bu ihtiyarların. Ağaçların yere doğru sarkan dalları gibi, onlar da toprağı beklemektedirler.
Dünyadan gitmenin bir veda değil, bir kavuşma olduğunu sezerim.
O vakit, geçen öğlen avludaki bankta oturup etrafa bakarken yaptığım gibi, bir daha düşünürüm mevsimlerin geçişini. Yüzümüzde derin çizgiler, ellerimizde buruşmuş damarlar bırakıp geçişini mevsimlerin... Bir daha.
Eğer geleceğim, bu ihtiyarların geleceği gibi azalmışsa, daralıp incelmişse iyice... Ve hatta artık gelecek yoksa... Sonra'ya kalan ne? Sonra'sında ne vardır, bu avluda eceline bakanlar için? Benim için? Acımasızca masumları katledenler için?
Şimdi, bu sonbahar, yine bulutlar yer değiştirirken dağın teselli edemediği genç kızlarla genç oğlanlar var. Şiddetin kıskacında kendilerine göksel bir sığınak arayan. Başkalarının canını imha ettikçe kendindeki en kıymetli nitelikleri bozan, harap eden...
Yaşatamadıkça onları, yaşatamadıkça anıları... Toprakta çürüyor hayaller. Tasarılara kapalı bir gelecek oluyor hepimizinki. Gömülüyor.
Birlikte gömülmekte olduğumuz bu çamurun nurunu görmek için başka türlü bakmalar gerekiyor bize. Avluda tabut beklentisiyle saat sayan ihtiyarların taşıdığı bir bilge bakış gerekiyor belki.
Tabuttan, cenazeden, mezardan sonra... Ahiretin daha derin katmanlarında, can ruha geri döndüğünde... Neyi biliyorsak, onu bulacağız. Ne kadar biliyorsak, o kadarını... Belki biraz bu yüzden, sonbaharın sonra'ya dair taşıdığı o umuda bağlanıyorum yine ben.
Ağacına veda eden yaprağın toprağa kavuşması gibi, dünyaya veda eden insanın O'na (cc) kavuşacağını, O'nun cemalini göreceğine dair umuda.
Yeni baharların tohumu!
Ebediyetin ilk tohumlarını dünya tarlasına dikmenin getirdiği bir sadakat duygusu buluyorum ihtiyarların yüzünde. Tevazu buluyorum. Bildiklerini kendilerine saklamamış ve sevdiklerini Allah için sevmişler. Onların harabeye dönmüş yüzünde kımıldanan nur, taşa, çınar ağacına, parmaklığa, kedilere, geçip gitmekte olan herkese yansıyor. Çamurun nuru...
Cami, avlu, ecele bakan ihtiyarlar, sonbahara teslim olmuş ağaç, düşen yaprak, bankta oturan ben, başımın üzerindeki bulutlar... Aynı bakışın içine dahil oluyoruz. Ezel ile ebed arasındaki engeller kalktıkça, zamana ait düz çizgiler, kronoloji hesapları, takvim ölçüleri siliniyor.
Avludan ahirete... Birbirine bağlanıyor dökülen yapraklarla bekleyen ihtiyarlar.
'Sonsuzlaşma günü'nde, varlığa gelmiş hiçbir şeyin birbirine neden benzemediğini anlayacağız belki. Ruh ile canın buluşması gibi, bir başka boyutta, her şeyin yerli yerine oturmasıyla gelen bağlılığı fark edeceğiz. Dönmenin, rücu etmenin gerçeğini. Bir tavaf hakikati daha işte (önceki yazılarıma gönderme olarak): Her şey ile her şey arasındaki bağ. İki ucu olmayan...
Sadakat, tevazu, bağlılık... Evet evet!
Biricik oluşu anlamlandıran, ona anlamını iade eden, varlıkların yaratılış hikmetindeki sırları bize açan bağ... Kabe'yi tavaf ederken yeryüzündeki tüm kimlikleri, çizilmiş tüm sınırları silen, kaldıran, zamanın bütün kabuklarını soyan, ihtiyarlarla sonbahar yaprağını birbirine bağlayan...
Adıyaman'ın bir kasabasında iki ihtiyarla karşılaşmıştık. Çok sıcaktı. Taşa oturmuş, semaverden çay dolduruyorlardı. Onlarla sohbet ederken, sonradan romanım 'Ateş ve Bahçe'de de bahsedeceğim bu görünmez bağı çok güçlü bir şekilde görmüştüm: Bizi 'sevgili' kılan bağdı bu.
Bu sonbahar, evet kelimelerimiz kan çanağına döndü. Çiğnenmiş, doğranmış hecelerle katlediyoruz birbirimizi. Ve irinli, balgamlı, kanlı bir gelecek tasarlıyor içimizden birileri. Bize bazen kalın bir halat gibi, bazen incecik bir iplik gibi görünen, çoğunlukla da görünmez olan bu bağı eylülün son günlerinde hatırlatmak istedim. Yeni baharların tohumu niyetine!

15 Eylül 2011 Perşembe

DUY ŞİKAYET ETMEDE HER AN BU NEY




Hz. Mevlana

Duy şikayet etmede her an bu ney,
Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.
Der ki feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.
Ayrılıktan parçalanmış bir yürek
İsterim ben, derdimi dökmem gerek.
Kim ki aslından ayırmış canını,
Öyle bekler, öyle vuslat anını.
Ağladım her yerde hep ah eyledim,
Gördüğüm her kul için dostum dedim.
Herkesin zannında dost oldum ama,
Kimse talip olmadı esrarıma.
Hiç değil feryadıma sırrım uzak,
Nerde bir göz, nerde bir candan kulak?
Aynadır ten can için, can ten için,
Lakin olmaz can gözü her kimsenin.
Ney sesi tekmil hava oldu ateş,
Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney'e,
Cezbesi aşkın karışmıştır mey'e.
Yardan ayrı dostu ney dost kıldı hem,
Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.
Kanlı yoldan ney sunar hep arz-ı hal,
Hem verir Mecnunun aşkından misal.
Ney zehir, hem panzehir, ah nerde var,
Böyle bir dost, böyle bir özlemli yar?
Sırrı bu aklın bilinmez akl-ile,
Tek kulaktır müşteri, ancak dile.
Gam dolu günler zaman hep aynı hal,
Gün tamam oldu, yalan, yanlış, hayal.
Gün geçer yok korkumuz, her şey masal,
Ey temizlik örneği sen gitme, kal!
Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,
Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.
Olgunun halinden ah, anlar mı ham?
Söz uzar, kesmek gerektir vesselam.

EYLÜL'E MERSİYE














M. Nedim Hazar 
07 Eylül 2011

Mevsim Eylül dedi mi, ayaklanır hislerim…
Serin bir mağara gölgesinde sabır taşı çatlatacak kadar dingin ve sakin damla damla biriken billur pınarlar gibi parıldar derinlerimdeki duygularım. Ve ben her Eylül ayrılıkları hatırlar, tekrar kanarım.
Gerçi ayrılıklar artık eskisi kadar hasar veremiyor bana. Belki bünye alışkanlık yaptı, belki kabullendi asi ruhum.
Asla şikâyetçi de değilim aslında. Çünkü her giden bir boşluk bırakırken ardından, yeni ve -kalışlar kadar olmasa da- güzel hasletlere gebe bırakabiliyor bellekleri.
Sözgelimi hayaller ile sıkı fıkı oluyor sevdalı insan. Ducasse’nin Moldoror’u, Atay’ın Olric’i gibi kendine musahhar bir hizmetkâra dönüşebiliyor hayaller.
Ve bilir misin; hayalin kadar randevusuna sadık kimse yoktur. Ne zaman gözümü kapasam karşımdasın.
Biliyorum en fazla bir ömürlük uzunluğu olacak bu hasretin. Böylesi bir sevdaya, bir ömür, mesafe mi yani?
Sonra… Sonra teselliler anlamsızlaşıyor mesela… ‘Hayat devam ediyor’ sözü de tam olarak doğru değil, hayat hasrete dönüşüyor, bir noktadan sonra.
Şu doğru olabilir belki; sevdayı hayata dönüştürebilirsen devam eder ancak ve o zaman boyu kısa gelir ömrün, ürkütücülüğü kalmaz ölümün. Bir de zorluğu var tabii ayrılığın.
Gidişin bana başka yeni meziyetler kazandırdı. Sözgelimi yine; hayallerden yeni hayatlar inşa edebiliyorum artık. Umudun harcıyla karıyorum hasreti, içine bol miktarda gözyaşı döküyorum, mermer gibi sağlam yeni hayallerim oluyor. Büsbütün kötü değil hani.
Bir duvarını mutlaka eksik bırakıyorum hayallerimin, bir gün döneceksin umuduyla.
Sonra yorgun düşüyor ve ‘bırak’ diyorum, ‘bırak aramıza yalnızlık girsin!’
Ve sen… Benden uzakta, ola ki gezinirken bir yerlerde…
Yorgun bir düş görürsen, bil ki benden düşmüştür.
Eylül geceleri tuhaf oluyor, Eylül sabahları uzak…
Ezanlarla beraber bekliyorum seni, aynı kararlılıkta ve aynı karanlıkta.
Gece ki, en çok hüzün damlatıyor tavan çatlaklarından…
Bir kalemde siliyorum gözyaşlarımı.
Bir kalem de unutturmuyor seni.
Bir şair geliyor sonra başucuma, yastığımın altına iliştiriyor bilmediğim kelimeleri: “Yaşamak… Ne acayip iştir ki… Bu ne mene gidiştir ki…” Fırlıyorum kalk borusunu duymuş siper süvarisi gibi; “He he hey de Tarantababu He he hey, yaşamak ne güzel şey!”
Bölüyor paslı bir bıçak gibi gecelerimi şair…
Yüzeyinde gölgeler besleyen duvarlarda cansız yatıyor elbiselerim.
Gülüşün geliyor yine, eski bir çaydanlığın eğimli burnundan tüten bir süt buğusu gibi kıvrılarak süzülüyor odama…
Bana ‘nasılsın’ diye sorma, ağlıyorum yine!
Karanlıktan korkmuyorsam, hayalinle olduğum içindir.
Gitmen ‘olmaman’ demek değil, kalırken olmayanlara nasıl anlatayım ki bunu?
Zaman çok zalim, yıllar, haftalar aylar… Sırayla ısırıyorlar… Ne çok zehir varmış saatin akrebinde?
Ayrılık anlaşılır bir şey, mesafelere de… Mesafeyi merhametsiz yapan sevdanın büyüklüğü..
Ne kadar uzaksan o kadar yakınlaşmam lazım kendime, bunu temrin olarak belledim. Bir dua bırak mermer avlusuna güzergâhının, belki bir garip yolcu susuzluğunu giderir!
Acı büyütmüyorsa ruhumuzu anlamı kalır mı yaralarımızın? Ve gerçeğe yaklaştırmıyorsa bizi günahlarımız, neye yarardı ki gözyaşlarımız!
Sonra soğuk terler dökülüyor duvarlardan…
Bir sela sızıyor rüyalarımdan, avuçlarımda ettiğim duaların sızısıyla uyanıyorum.
Bak şiir yazdırdı bana yokluğun, her nakaratı suskunluk.
Böyle sulu sepken ağlamak için, yağmurlar gibi Eylül’ü mü beklemeliydim!

GÜNÜN SÖZÜ





FUZULİ

Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak


8 Eylül 2011 Perşembe

DOĞUM













M. Nedim Hazar

06 Eylül 2011 Salı
Hiç endişe etme rahatsız etmem seni,
gözlerine bir bakıp
döneceğim usulca…
Şehir sessiz…
Şehir sensiz…
Birazdan ıslık çalacak güneş.
Ve bir gemi ikiye bölecek sessizliğimi.
Yine kaybetti cengi sokak lambaları…
Mutlak bir yenilginin utancıyla eğdiler başlarını kaldırımlara…
Ve karanlık,
Penceremde veriyor son nefesini…
İlk ayak sesi dövecek taş duvarları.
Bir karpuzu vurarak anlayacak çiğliğini bir çiftçi.
Gece boyu homurdayan yapraklar,
Yorgun düşecek dalların kollarına…
Rüzgar kendi inine çekilecek,
Kendi zehrini yutkunacak yılanlar.
Rüzgar, ah rüzgar,
Sen olmazsan, yalnızlığı bize hatırlatacak ne var?
Düşler apar topar,
Yastık altlarına süprülecekler.
Eşikte bekleyen ışıklar,
Hayalleri gölgeleyecekler…
Düşe düşman bu şehirde,
Gece, gurbettir her zaman.
Bilmez ki kimse;
Şeytan, aydınlıkta gizlidir!
Gün doğdu ey kalabalıklar;
Acımayın yalnızlara!