M. Nedim Hazar
07 Eylül 2011
Mevsim Eylül dedi mi, ayaklanır hislerim…
Serin bir mağara gölgesinde sabır taşı çatlatacak kadar
dingin ve sakin damla damla biriken billur pınarlar gibi parıldar
derinlerimdeki duygularım. Ve ben her Eylül ayrılıkları hatırlar, tekrar
kanarım.
Gerçi ayrılıklar artık eskisi kadar hasar veremiyor bana. Belki
bünye alışkanlık yaptı, belki kabullendi asi ruhum.
Asla şikâyetçi de değilim aslında. Çünkü her giden bir
boşluk bırakırken ardından, yeni ve -kalışlar kadar olmasa da- güzel hasletlere
gebe bırakabiliyor bellekleri.
Sözgelimi hayaller ile sıkı fıkı oluyor sevdalı insan.
Ducasse’nin Moldoror’u, Atay’ın Olric’i gibi kendine musahhar bir hizmetkâra
dönüşebiliyor hayaller.
Ve bilir misin; hayalin kadar randevusuna sadık kimse
yoktur. Ne zaman gözümü kapasam karşımdasın.
Biliyorum en fazla bir ömürlük uzunluğu olacak bu hasretin.
Böylesi bir sevdaya, bir ömür, mesafe mi yani?
Sonra… Sonra teselliler anlamsızlaşıyor mesela… ‘Hayat devam
ediyor’ sözü de tam olarak doğru değil, hayat hasrete dönüşüyor, bir noktadan
sonra.
Şu doğru olabilir belki; sevdayı hayata dönüştürebilirsen
devam eder ancak ve o zaman boyu kısa gelir ömrün, ürkütücülüğü kalmaz ölümün.
Bir de zorluğu var tabii ayrılığın.
Gidişin bana başka yeni meziyetler kazandırdı. Sözgelimi
yine; hayallerden yeni hayatlar inşa edebiliyorum artık. Umudun harcıyla
karıyorum hasreti, içine bol miktarda gözyaşı döküyorum, mermer gibi sağlam
yeni hayallerim oluyor. Büsbütün kötü değil hani.
Bir duvarını mutlaka eksik bırakıyorum hayallerimin, bir gün
döneceksin umuduyla.
Sonra yorgun düşüyor ve ‘bırak’ diyorum, ‘bırak aramıza
yalnızlık girsin!’
Ve sen… Benden uzakta, ola ki gezinirken bir yerlerde…
Yorgun bir düş görürsen, bil ki benden düşmüştür.
Eylül geceleri tuhaf oluyor, Eylül sabahları uzak…
Ezanlarla beraber bekliyorum seni, aynı kararlılıkta ve aynı
karanlıkta.
Gece ki, en çok hüzün damlatıyor tavan çatlaklarından…
Bir kalemde siliyorum gözyaşlarımı.
Bir kalem de unutturmuyor seni.
Bir şair geliyor sonra başucuma, yastığımın altına
iliştiriyor bilmediğim kelimeleri: “Yaşamak… Ne acayip iştir ki… Bu ne mene
gidiştir ki…” Fırlıyorum kalk borusunu duymuş siper süvarisi gibi; “He he hey
de Tarantababu He he hey, yaşamak ne güzel şey!”
Bölüyor paslı bir bıçak gibi gecelerimi şair…
Yüzeyinde gölgeler besleyen duvarlarda cansız yatıyor
elbiselerim.
Gülüşün geliyor yine, eski bir çaydanlığın eğimli burnundan
tüten bir süt buğusu gibi kıvrılarak süzülüyor odama…
Bana ‘nasılsın’ diye sorma, ağlıyorum yine!
Karanlıktan korkmuyorsam, hayalinle olduğum içindir.
Gitmen ‘olmaman’ demek değil, kalırken olmayanlara nasıl
anlatayım ki bunu?
Zaman çok zalim, yıllar, haftalar aylar… Sırayla
ısırıyorlar… Ne çok zehir varmış saatin akrebinde?
Ayrılık anlaşılır bir şey, mesafelere de… Mesafeyi
merhametsiz yapan sevdanın büyüklüğü..
Ne kadar uzaksan o kadar yakınlaşmam lazım kendime, bunu
temrin olarak belledim. Bir dua bırak mermer avlusuna güzergâhının, belki bir
garip yolcu susuzluğunu giderir!
Acı büyütmüyorsa ruhumuzu anlamı kalır mı yaralarımızın? Ve
gerçeğe yaklaştırmıyorsa bizi günahlarımız, neye yarardı ki gözyaşlarımız!
Sonra soğuk terler dökülüyor duvarlardan…
Bir sela sızıyor rüyalarımdan, avuçlarımda ettiğim duaların
sızısıyla uyanıyorum.
Bak şiir yazdırdı bana yokluğun, her nakaratı suskunluk.
Böyle sulu sepken ağlamak için, yağmurlar gibi Eylül’ü mü
beklemeliydim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder