31 Ekim 2011 Pazartesi

ÂHİRZAMAN VE DEPREMLER


Ali Ünal
31 Ekim 2011

Hadis kaynaklarında Âhir Zaman'la ilgili olarak "Fiten" veya "Melâhim" adı altında zikredilen hadis-i şerifler, bugünleri anlamada fevkalâde aydınlatıcıdır.
Bu hadis-i şeriflerde şu hususların birbirleriyle alâkalı olarak ve bilhassa mü'minleri ikaz için zikredildiğini ve mü'minlerin bunların hepsinden sakındırıldığını okuruz: (1) Şehirlerin büyük olması; (2) Yüksek binalar yapılması ve özellikle çölden ve taşradan gelen insanların yüksek binalar yapmada birbirleriyle yarışması; (3) Zinanın, çalgıcılığın çoğalması ve farklı isimler altında çok alkol alınması, hattâ bunların meşru addedilmesi; (4) Önü alınamaz hastalıkların ortaya çıkması; (5) Bilginin ve bilgisizce şahitliğin artması, fakat ilmin azalması; (6) Devlet veya kamu malının ganimet bilinmesi ve servetin belli ellerde yığılması; (7) Oburluğun ve neticede yağlanıp semirmenin artması; (8) Ölçü ve tartıda hilenin, aldatmanın, emanete riayetsizliğin artması ve güvenin kaybolması; (9) İnsan öldürme, kargaşa ve karışıklık, patlama ve savaşların çok olması; (10) Yere batma ve zelzelelerin çok fazla görülmesi.
Kur'ân-ı Kerim'de tarihte pek çok kavimlerin helâk edildiğini ve bu helâklerin kasırga, tufan, kum fırtınaları, yanardağ patlamaları ve depremler gibi "tabiat olayları" deyip geçtiğimiz hadiselerle gerçekleştiğini okuruz. Meselâ şu âyet, bunların hepsini bir arada anar: "... Kimisinin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimisini korkunç bir patlama, bir çığlık bastırıverdi. Kimisini yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Ama gerçek olan şu ki, bütün bunları Allah onlara zulüm olsun diye yapmadı; bilakis onlar, kendi öz canlarına zulmediyorlardı." (Ankebût Sûresi/29: 40) Bu âyette helâk edilen topluluklar mutlak inkâr, şirk, zulüm ve günahlar içinde yuvarlanan topluluklar olmakla birlikte, benzer helâklere kısmî planda mü'minler de, belki daha fazla maruz kalırlar. Bunun üç önemli sebebi vardır: (1) İçtimaî hayat, bir organizmanın hayatı gibidir. Onun her bir boyutu diğer boyutlarıyla derinden alâkalıdır ve bir boyutta ortaya çıkan arıza, içtimaî bünyenin tamamını rahatsız edebilir. İlgili hadis-i şeriflerde Âhir Zaman'da yaygınlaşacağına dikkat çekilen yukarıdaki menfîlikler, birbirlerine ya sebep veya sonuçtur; her biri diğerlerini tetikler veya onların neticesinde, hattâ onlarla birlikte ortaya çıkar. Meselâ, deprem uzmanları depremlerden sonra çok konuşurlar ama, şu ana kadar hiçbirinin herhangi bir depremi yarım dakika öncesinden bile haber verdiğine şahit olmadık. Çünkü kâinattaki bütün diğer unsurlar gibi yer de Cenab-ı Allah'ın mutlak emri altındadır. Yerin altı sürekli hareketlidir ve bundan dolayı faylar kırılmakta, fakat aynı fay hattında -Erzincan, Adapazarı, Van'da olduğu gibi- birinin üzerinden çok geçmeden yeni depremler meydana gelmekte, demek ki, yeni faylar oluşmaktadır. Bu oluşumda şehirleri Cenab-ı Allah'ın rızasına rağmen büyük kurma, oralarda yüksek binalar yapma, yani yerin altını sürekli oyma ve şehirleşmede dengesizlik, atmosfere salınan gazlar, denizlerin altında nükleer denemelerde bulunma gibi fıtrata, Cenab-ı Allah'ın kurduğu sisteme ters faaliyetlerin rolü olmadığı inkâr edilebilir mi?
(2) Cenab-ı Allah (cc), musibetlerle mü'minleri günah ve hatalarından temizler; böyle musibetlerde vefat eden mü'minler şehid, telef olan malları da sadaka hükmüne geçer. Şu kadar ki, umumî musibet, umumî hata üzerine gelir, fakat böyle musibetlere uğrayan herkesin hatalı olduğu da asla söylenemez, çünkü böyle musibetler, açıkça zalim veya değil ayrımı yapmaz. Dolayısıyla, herkesin hatayı başkalarında değil, kendisinde bilmesi beklenir. Ayrıca, musibet, her zaman hata üzerine de gelmez; bazen de bilhassa bazı ferdlere manevî terakki için gelir.
(3) Allah, hatalarına başka türlü uyanmayan mü'minleri musibetlerle ikaz eder ve onlara kaybettikleri değerleri bir defa daha hatırlatır.
Kâinattaki her bir şey gibi hayattaki her bir hadise de, bize Cenab-ı Allah'tan bir mesajdır.

İFFET YA HÛ!


HEMRA KÖSE
27.10.2011

 
İffetsizlik, fikri, zikri, gözü, kulağı, bedeni esir alıyor. Bu durum ruhumuzda yaralar açıyor. Öyle ki yara, kabuk bağlayıp geçmiyor. Onun cerahati, günahların arasından sızmaya devam ediyor.
İslâm fıtratı üzerine tertemiz doğsak da ruhumuzun en aydınlık köşeleri, yanlış düşünce ve davranışların gölgesiyle kararıyor. Bu karabasan genç-yaşlı demeden herkesi kuşatıp işte, okulda, evde yani her an her yerde bizi zabt u rabt altına alıyor. Bu korkudan kurtulmanın ve hassas bir dengede yaşamanın yolu iffetten geçiyor. İffet, akla sadece namus kavramını getirse de dürüst davranma, izzetle yaşama, çalmama ve haramlardan sakınma anlamlarını da bünyesinde barındırıyor. Dolayısıyla 'eline, beline, diline hâkim ol' düsturunun yanı sıra evlilikte, ticarette, tesettürde hatta hayallerde bile iffetli olabilmek büyük önem taşıyor. Hiç şüphesiz bu kavram öncelikle kadını akla getiriyor. Ancak Kur'an-ı Kerim, Hz. Meryem'in temizliğine yer verdiği gibi Hz. Yusuf dolayısıyla erkeğin iffetine de vurgu yapıyor. Zira Nur Sûresi 30. ayette "Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır." ifadesi yer alıyor. Akabindeki ayet ise "Mümin kadınlara söyle" cümlesiyle başlıyor ve kadınların gözlerini haramdan çevirmeleri, ırzlarını korumaları, ziynet yerlerini göstermemeleri emrediliyor. Art arda yer alan bu beyanlardan anlaşılıyor ki iffet cinsiyet ayrımı olmaksızın herkesi kapsıyor.
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Faruk Beşer de bu kavramın kadınlara mahsus bir özellik olmadığını vurguluyor. Töre, kadına şiddet, taciz gibi konular gündeme geldikçe 'iffetsiz kadın' profili ön plana çıkarılıyor. Ancak Peygamber Efendimiz, "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffetli olsun" diyor. Bu ifade gösteriyor ki erkek de en az kadın kadar iffetine mukayyet olmalı. Zira insan olumsuz bir davranışta bulunup onda ısrar ederse Allah er ya da geç o şahsı aynı melanete maruz bırakıyor. Dolayısıyla kendisine toz kondurmak istemeyenlerin başkalarının iffetine karşı da dikkatli olmaları gerekiyor. Beşer, haysiyetle yaşayan, çalıp çırpmayan, namusunu koruma konusunda hassas davranan kimseler için 'afîf' tabirinin kullanıldığından bahsediyor. İffet genel anlamda iradenin gücüyle cismani ve behimi arzuları kontrol altına almak, zinadan uzak durmak anlamını taşıyor. İnsanın mala, paraya, yeme içmeye, cinsel arzularına karşı iştihası olduğunu hatırlatan Beşer, bu arzuların gemlenmesinde rol oynadığını söylüyor. Dolayısıyla bu kavramı bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Örneğin oburluk da iffetsizliğe bir nevi örnek teşkil ediyor. Çünkü kişi, midesinin arzularına sınır getiremiyor.
Başka bir örnek verecek olursak, mala karşı doyumsuz olan kişi ticaret ahlakına uygun davranmıyor. Daha fazla para kazanmak için her türlü yolu deniyor. Vatandaşa çürük ya da bozuk mal satıyor, tartıda terazide oynama yapıyor, para üstünü eksik veriyor. Yani ticarette iffetsizlik yapıyor ve Helal rızık yerine harama meylediyor. İbrahim Edhem hazretleri, "Ashab-ı kemal, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir." ifadesiyle temiz nesillerin yetişmesinde helal lokmanın önemine temas ediyor. İmam Gazâlî de haram yiyip içen bir kadının sütüyle beslenen çocuğun, ileride habîs şeylere ve çirkin işlere meyledeceğini söylüyor. Yani ekilen her tohum ya zakkum olup başkalarını zehirliyor ya da dalları semaları tutan bir ağaca dönüşerek insanlığa hizmet ediyor. Haram lokma ise ancak cehennem zakkumu mesabesinde kalıyor ve o kazançla beslenen çocuklar iffetsiz nesillerin temelini teşkil ediyor.
Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren, iffetin umumî manasını hatırda tutmakla beraber, onu daha geniş ele alıyor ve konuya farklı bir bakış açısı getiriyor. Dilenme mevzusunun da iffetle birebir ilişkili olduğuna değiniyor. Zira Kur'an-ı Kerim, Bakara Sûresi'nde (273. ayet) ihtiyacı olduğu halde dilenmeyenleri takdirle anıyor ve onların durumunu iffet çerçevesine dâhil ediyor. Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) "Her kim iffetli olmaya çalışır, yüzsüzlükten sakınırsa Allah da onun iffetini korur ve artırır. Bir insanın bir ip alıp sırtında odun taşıyarak onu azıcık hurmaya satması, dilenmesinden daha hayırlıdır." hadisiyle iffetin önemli bir derinliğini izah ediyor. Ayrıca bu kavramı aile perspektifinden ele alıyor. Nur Sûresi 33. ayette yer alan "Evlenme imkânı bulamayanlar Allah'ın lütfuyla yeterli imkâna kavuşuncaya kadar iffetlerini korusunlar." ifadesine dikkat çekiyor. Nitekim bekâr insanın iffetini koruması bir nebze daha zor görünüyor. Ancak bu konuda hassasiyet gösterenler de yok değil. Bir dostumuzun anlattığı misal, günümüz gençlerine örnek oluyor. Hakan adındaki genç, anne-babası, ağabeyi ve yengesiyle birlikte yaşıyor. Delikanlının annesi ve babası umreye gidiyor. Hakan okul çıkışları eve gitmek yerine dışarıda oyalanıyor. Çünkü ağabeyi işten akşam dönüyor ve yengesi o vakte kadar evde yalnız kalıyor. İffet abidesi genç de yengesiyle evde yalnız kalmamak için eve gitmiyor. Günümüz gençleri Hakan ve onun gibileri ütopik bulsa da Allah Resûlü (sallalahu aleyhi ve sellem), "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, kendine helal olmayan ve yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın. Onların üçüncüleri şeytan olur." buyuruyor. Aslında "O benim dünya-ahiret kardeşim sayılır, biz sadece arkadaşız." gibi bahanelere sığınmayıp bize nikâh düşen insanlarla olan samimiyetimize de dikkat etmemiz gerekiyor. İffet sadece bekârları değil, evlileri de kapsıyor tabii. Gönüller Sultanı iffetli bir hayat yaşama arzusuyla evlenen kişiye Allah'ın yardım edeceğini bildiriyor. Bu ifadesiyle İslâm'da evliliğin ana gayesinin hem erkek hem de kadın için, 'iffetli hayat yaşama arzusu' olduğunun altını çiziyor. İffetini koruyan çiftlerin birbirine hayırhah olduğu aile ortamında karşılıklı sevgi ve güven hâkimken aksi bir durumda ise yalan ve aldatma gibi olumsuzluklar kaçınılmaz oluyor. 
Prof. Dr. Beşer, iffetin hayâ ile olan ilişkisine değiniyor ve bu iki kavramın birbirini tamamladığını söylüyor. Ona göre insanın temiz kalmasını sağlayan yegane program hayâ. Bu programa virüs girmişse o kişinin iffetini koruması mümkün değil. Neticede utanma duygusu olmayan bir insandan her türlü kötü düşünce ve fiiller beklenir. Ancak kişi, utanma duygusuna sahipse kendine hayâdan bir zırh örer.
İFFET, DÜŞÜNCEDE BAŞLAR
İbn Sinâ'ya göre iffet, şehvet gücünün her türlü aşırılıktan alıkonulup orta bir noktada tutulması anlamına geliyor. Bu davranış, isteklerin bütünüyle bastırılmasını engellediği gibi, aşırı boyutlara varmasına da mani oluyor ve yeme-içme, cinsel ilişki gibi eğilimlerden elde edilen hazlara ölçü koyuyor. Hatta onları aklın kontrolüne vererek doğru düşüncenin sınırları içinde kullandırıyor. Aklın kontrolü aklımıza 'düşünce iffeti' kavramını getiriyor. Zira iffet, fikirde başlıyor. Çünkü görülen, duyulan ve söylenen şeyler zihinde kurgulanıyor, bu tahayyüller tasavvura dönüşüyor, o da belli bir kalıba dökülüyor. Fethullah Gülen Hocaefendi düşünce iffetini yakalamak ve korumak için tahayyül ve tasavvur planındaki duyguları dahi temiz tutmaya çalışmak gerektiğini beyan ediyor. Ona göre fikir, söz ve ameller bir yönüyle hayalde mayalanıyor. Hocaefendi, "Bir şeytanî ok gelip hayalinize çarptığı zaman dönebiliyorsanız hemen geriye dönmeli ve zihninizde meydana gelen yırtığı vakit geçirmeden dikmeye çalışmalısınız. O ok daha derinlere nüfuz etmeden ve aldığınız yara sizi öldürecek seviyeye ulaşmadan bir tabyaya sığınmalı, ezelî düşmanınızın saldırılarından korunmalısınız. Aksi halde, bazı hayal deryalarına yelken açmış olur, onun dalgaları içinde savrulur durur ve sahile çıkmaya yol bulamayacak kadar kıyıdan uzaklaşırsınız. Öyleyse, yol yakınken ve iradenizin gücü yetiyorken kötü duygu ve fena tutkulardan kurtulmalısınız." ifadeleriyle bizlere açık bir çözüm sunuyor.
Sözün özü, iffet, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları günahlardan koruyarak helâl dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa ederek haramlardan uzak kalmak anlamına geliyor. Dolayısıyla ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan âzâde yaşamanın yollarından biri iffeti korumaktan geçiyor. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), sabah-akşam "Allah'ım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızık istiyorum." niyazında bulunuyor. Her söz, hal ve tavrıyla hidayet üzere olan, iffetlilerin en afîfi Nebiler Serveri'nin bu konuda dua etmesi Allah'tan neler istememiz gerektiğine dair bir işaret olarak kabul edilebilir.
İffetinizi setredin
Tesettür, "Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar." (Nur Sûresi, 31) ayetinde zikredildiği üzere Allah'ın açık bir emri. Bu emir her şeyden önce Rabb'imizin rızasını kazanmak için yerine getirildiğinde makbul. Zira bir kadının iffetini muhafaza etmesi, meşru dairede hareket ederek her türlü fuhşiyattan uzak kalabilmesi adına tesettüre riayet etmesi son derece önem taşıyor. Çünkü örtü kötü nazarlar karşısında onu koruyan bir kalkan vazifesi de görüyor.
İstanbul İl Müftü Yardımcısı Kadriye Avcı Erdemli de tesettürün harama götüren yolları kapatmadaki etkenlerden biri olduğunu dile getiriyor. Ancak Müslümanlığın tek ölçüsünün tesettür olmadığını da hatırlatıyor. Çünkü örtülü olmadığı halde namazına, orucuna son derece dikkate eden hanımlar bulunuyor. Bunun yanı sıra tesettürlü olduğu halde en temel farz ibadetlerine riayet etmeyenler de bulunuyor. Ona göre İslâm dini, örtünmeyi emretmekle kadını muhafaza etmek istiyor ve tesettürü sosyal hayata katılma noktasında önemli bir etken olarak kabul ediyor.
Zira Ahzab Sûresi 59. ayette örtü emrinden sonra hikmetleri sayılarak "Niçin örtünmeli?" sorusunun cevabı veriliyor. Kadınların hür ve iffetli olabilmeleri için örtünmelerinin daha hayırlı olduğu ifade ediliyor. Allah, sosyal hayata katılacak olan kadının öncelikle iffetini korumasını istiyor ve bu ahlakî refleksi kazanmak için örtünmenin daha uygun ve faziletli olduğunu buyuruyor.

30 Ekim 2011 Pazar

YA RABBİ AŞK'IN VER BANA EFENDİM

yarabbi aşk'ın ver bana efendim
hu diyeyim allah allah döne döne
aşkın ile yana yana efendim
hu diyeyim allah allah döne döne

cahe düştüm yusuf gibi efendim
derde düştüm allah allah eyyub gibi
ağlayayım yakub gibi efendim
hu diyeyim allah allah döne döne

mevla 'm koma beni bana efendim
al gönlümü sen 'den yana
müştakın olam ben sana efendim
hu diyeyim allah allah döne döne

seyyid nizam oğlu kuldur efendim
ister güldür allah allah ister öldür
aşk 'ınla gönlümü doldur efendim
hu diyeyim allah allah döne döne

şeyh seyyid seyfullah nizamoğlu (k.s.)



MİMAR ARA BUL!

 
Hayrettin Karaman
30 Ekim 2011

Ey gönül kendini vezn etmeye kantar ara bul!
Yürü git, kantarına hâlis olan a'yar ara bul!...

Saltanat mülkü konak, bir gün elden gidecek
Sana bakide ev yapacak mimar ara bul...

Kapatırlar seni bir hâl-i haraba yalınız
Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul...

(Hafız Ahmet Soyyiğit)

Mümin her olaydan, her oluştan kulca sonuçlar çıkarmaya, kulluk yolunda ilerlemek için istifade etmeye bakacak. Geçirdiğimiz deprem felaketinden, felaketzedelere yardım ederek elde ettiğimiz manevi kazancın yanında hem dünya hayatımızın daha az acılarla geçmesi için (mesela daha sağlam yapılar yapmak gibi) dersler çıkararak hem de "dünyanın fani, öteki âlemin baki olduğunu" bir daha hatırlayıp buna göre tedbirler alarak istifade etmeliyiz.

Diyelim ki, dünya hayatı için ibret aldık, ders çıkardık ve tedbir aldık, ama kıyamete kadar dayanacak evler de yapsak bir gün hem biz onları bırakıp gideceğiz hem de onlar harab, hatta yok olacaklar.

Eğer yalnızca dünyadaki evlerimizi güzel ve sağlam yapmak için ustalar, mühendisler ve mimarlar arayıp bulur, ama "bize bakide ev yapacak mimar arayıp bulmazsak" bu ömür ticaretini zararla kapatmış oluruz.

Ebedi alemde bize ev yapacak mimar "imanımız, amelimiz, takvâmız ve ihlasımız"dır.

İlahi inayet ve af olmazsa bunlar da yetmeyebilir, ama bunlarsız da olmaz.

Şu deprem bize "bir karanlık yerde sıkışmış olarak kalanlar" sebebiyle kabir hayatını ve ötesini hatırlatırsa ve dünyada yapıp ettiklerimizle orada bizi kurtaracak yardımcı melekleri hazırlayarak ebediyete intikal etme niyet ve azmini kuvvetlendirecekse bir tesellimiz de bu olabilir.

"Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul..."

28 Ekim 2011 Cuma

70 HAFIZ SAHABE NASIL BİR İHANETLE ŞEHİT EDİLDİ?

 
Ahmet Şahin
26 Ekim 2011

Necid'deki en kalabalık kabilelere reislik eden Ebu Bera, hicretin 4. senesinde Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimize (sas) teminatlı bir teklifte bulundu:
- Ashabının seçkin hafızlarını emrim altında bulunan kabilelere gönder, Kur'an okusunlar, putperestlikten kurtarıp İslam'a ısındırsınlar!.. Ebu Bera, Efendimiz'in isteği üzerine yerine vekil olarak bıraktığı Amir bin Tufeyl'e hitaben yazdığı bir mektubu da hizmet için gidecek olan kafilenin başkanına verilmesini istedi.
Efendimiz (sas) Hazretleri İslam'a hizmet için her türlü fedakarlığa hazır olan Ashab-ı Suffa'dan yetmiş kadar seçkin adanmış ruhlardan oluşan tebliğ heyetini Medine dışına kadar uğurlayarak özel bir ilgi gösterirken, kalbinde bir eziklik ve şüphe de hissediyordu. 'Acaba, reis Ebu Bera'nın bu mektubu bir hile olabilir mi, kabiledeki vekilince dikkate alınmaz da ashabıma bir ihanette bulunmaları söz konusu olabilir mi?' diye muhtemel bir terörden endişe duyuyordu.
Kumlu çöllerin kavurucu sıcağına rağmen yollarına Kur'an okuyup salavatlar getirerek aşk ve şevkle devam eden bu seçkin hafızlar kafilesi, nihayet yaklaştıkları kabilenin yakınındaki Maun kuyusu başında mola vererek namaz için abdest hazırlığına başladılar. Bu sırada getirdikleri mektubu da Haram bin Milhan'la reis vekiline gönderdiler.
Ancak insani niyet ve duygudan tümüyle yoksun reis vekili Amir bin Tufeyl, hiddetlenerek mektubu getiren Haram bin Milhan'ı hemen orada çektiği kılıcıyla hunharca şehit etmekten çekinmedi.
Bu yaptığının doğru olmadığını, reislerinin verdiği sözünü tutmaları gerektiğini söyleyen yanındaki kabile mensuplarına da:
- Siz gelmezseniz gelmeyin, Lat ve Uzza'nın sadık kulları olan diğer kabile mensuplarıyla gider, onlara hadlerini bildiririm, diyerek öteki aşiretlere doğru adam toplamak üzere atını öfkeyle sürdü.
Beri tarafta sıcak kumların üzerinde huşu içerisinde namazlarını kılan masum hizmet cemaati, uzaktan bir toz bulutunun kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Birkaç saniye içinde yaklaşan bu toz dumanın içinden silahlı müşriklerin bağrıştıklarını duydular:
- Teslim olun!..
-Biz savaşmak için gelmedik ki teslim olalım, size Kur'an okumak için geldik, bir ısrar ve isteğimiz de yoktur, karşılığını verdilerse de, makul sözleri dinleyecek vicdana da şuura da sahip değillerdi bu vahşi teröristler.
Cinayet niyetiyle yola çıkmış bu gözü dönmüş müşriklere karşı bir avuç eğitim ve öğretim görevlisi adanmış ruhlar, mukavemet edecek durumda da değillerdi. Kısa zamanda şehadet şerbetini içerek secde ettikleri sıcak kumların üzerine kılıç darbeleriyle serildiler. Son nefesini verenlerden duyulan ortak cümle hep aynı oluyordu:
-Füztü ve Rabbil'-Kabeti!.. Kabe'nin Rabb'ine yemin olsun ki biz kazandık!..
Evet, şehitler hep kazanırdı. Burada da öyle oldu. Masum şehitler yine kazandı. Bu sırada yaralılar arasında hayatta kalan tek kişi ayağa kalkarak güç bela binebildiği bir deveyle yola çıkıp Resulullah (sas) Hazretleri'ne ulaşarak hıçkırıklar içinde uğradıkları ihaneti anlattı.
Ashabının seçilmişlerinin masumca bir eğitim ve öğretim hizmeti için gittikleri yerde kalleşçe ihanete uğrayıp kılıçtan geçirilişlerini derin bir üzüntü içinde dinleyen Allah Resulü:
- Bu Ebu Bera'nın işidir. Zaten pek emin değildim.. diyerek tam kırk gün sabah namazlarını müteakip müşrik teröristler için beddua etti. Sabah namazının farzının son rekatında zalimlerin cezalarını bulmaları için Efendimiz'in yaptığı bu duygulu duası çok geçmeden etkisini gösterdi.
Kabilelerin çevrelerini kasıp kavuran şiddetli bir kuraklık sonucu hepsi de açlık, susuzluk ve salgın hastalıklardan kıvranarak can verirken, cinayetlerinin cezasını çektiklerini anlayanlar bin pişman oldular; ama bu pişmanlığın hiçbir faydası olmadı. Böylece dillerde tekrar edilen söz yine aynı oluyordu:
- Kabe'nin Rabb'ine yemin olsun ki, şehitler kazandı!..
Ağlayanlar ise boşa ağlar, ciğerlerini boşa dağlarlar. Çünkü şehitler ağlanacak halde değil, imrenilecek makamdalar.

25 Ekim 2011 Salı

YİRMİ DÖRT SANİYE

 










İskender Pala
25 Ekim 2011

Şehir: Ben yitirilmiş masumiyete ağlıyor ve ülkem adına şehit olmuş evladımın yasını tutuyordum. Bir zeval vaktiydi. İyi bir kalbe güzellikler yazılırken başladı her şey. Yer sarsılıyordu. Saydım, yirmi dört saniye...
Ruhumuzdaki o en çıplak yere dokunan an ötesi bir an gibiydi. Bir uğultudur kapladı damarlarımı ve kulaklardan zihinlere uzanarak savruldu çığlıklar. Uzak yakına geldi, yakınlıklar kaçtı avuçlardan...
Kasaba: Kurulmaya başladığımdan itibaren bu anı beklemeye de başladığımı bilmiyordum. Her çoğalan birbirinden, her eksiliş birden oluverirmiş meğer. An'ın farkına vardım. Bir çeşmenin lülesinden suyu ve bir annenin memesinden sütü kopartıveren o anın. An, pamuk ipliğini koparmaya başlamıştı. Sonsuz bir susuzlukla atıldım canları zapt etmeye. Lakin heyhaaa!... Yalnızca bir toz bulutunun yükseldiğini gördü gözler... Yalnızca yirmi dört kısacık an geçmişti... Her biri göz yumup açınca süren...
Panik: Gün bu gündür... Savulun ey insanlar!.. Dalga dalga isyan, yığın yığın ölüm adına savulun!.. Her caddeye, her sokağa, her eve varasıya kadar savulun. Her kalbe girmeli, her zihni istila etmeliyim. Yalnızca yirmi dört saniyem var... Dehşetin ne olduğunu anlayın diye şimdi her aklı baştan almalıyım. Koşarken, çırpınırken, çığlık çığlığa ve hıçkıra hıçkıra... Savulun insanlar; gün bu gündür.
Bina: Hep bu andan korktum. Üstelik er veya geç bu anın geleceğini biliyordum. Daha temelim atıldığında başladı bu korkum. Eksik yapıldım çünkü, kıskanç yapıldım. Elbette sorumluluk alacak, can taşıyacaktım, canlar taşıyacaktım. Kaç yıl geçti, dayandım, özveriyle dayandım... Bana emanet canlara ziyan erişmesin istiyordum. Tam yirmi dört yıl geçti de, şu yirmi dört saniye geçmek bilmedi. Ey bana aşina canlar; bilin ki beni ne 7.2'lik sarsıntı, ne temelimin ihaneti, ne ustanın eksik harcı yıktı; hayır beni sizi kaybetmek yıktı. Şimdi siz öldünüz diye ben ölüyorum...
Ana: Yavrummm!.. Bana yavrumu bulun!... Şimdicik odada oynuyordu. Odayı bulun bana. Kapının zili çalmıştı, arkadaşı gelecekti, ona bakmak için ayrılmıştım yanından, kapıyı bulun bana!.. Ablası!.. Ablası okuldan dönecekti. Ablasını bulun... Babası son kez evden çıkarken bana emanet etmişti onları... Mayınlara dikkat et, demiştim, mayınlara basma sakın, akşama eve tek parça olarak dön. Sonra bana kanlı üniforması ile şehitlik künyesini getirmişlerdi. Bana künyeyi bulun!.. Bana...
Öğrenci: Katman katman beton yığınlarının arasında arkadaşım Osman kaldı. Aynı odada gurbetlik kaderimizi paylaşıyorduk. Okulumuzu bitirecek meslek sahibi olacaktık. Annesi babası onu aramaya geldiklerinde yüzlerine nasıl bakacak, ne diyeceğim şimdi!.. Onu enkazın altından çıkarmalıyım, beton kütleleri almalıyım üzerinden... Ah be Osman, ah be kirvem, keşke ölen ben olsaydım da sen kalsaydın be!..
Osman: Allah'ım!.. Gücümü ve aklımı koruyayım Allah'ım. Bacağıma saplanan şu demirden kurtulmalıyım. Ama nasıl olacak, kıpırdayamıyorum ki? Şu göğsüme dayanan şey bir kiriş olmalı!.. Bacağımı hareket ettirmesem iyi olacak galiba. Eğer elime bulaşan ıslaklık kendi kanım ise bunu durdurmalıyım. Azıcık ışık olsaydı?!. Tekrar bağırsam acaba? Gitgide gücüm de tükeniyor. Heeey!.. Burdayııım!.. Kimse yok muuu?!.. La ilahe illallaaaah!..
Çığlık: Orda kimse var mı?!.. Aşağıda kimse var mı? Kimse varsa ses versin!.. Hişttt!.. Susun, dinleyin!.. - Tak... tak... tak... Burda bir canlı vaaar!.. Ses aha şurdan geliyor!.. Çabuk olun!..
Muhabir: Evet, değerli izleyiciler!.. Gördüğünüz gibi gece olmasına rağmen arama kurtarma çalışmaları son hızla devam ediyor. Türkiye'nin her yerinden yardım için gelen ekipler ve yardım malzemesi gönderen yurttaşlarımız var. Son açıklamalara göre 264 can kaybı, binin üzerinde yaralı. Halen göçük altında üç yüzden fazla insan olduğu tahmin ediliyor. Allah herkesin yardımcısı olsun! Şimdi yanımızda bir depremzede var, mikrofonu ona uzatıyoruz. Evet hanımefendi, neler diyeceksiniz? Ama siz titriyorsunuz, üşüdünüz mü? Ama siz ağlıyorsunuz!..
Gözyaşı: Uçuruma düşerken neler hissedeceğimi merak ederdim hep; yanaklardan süzülerek inmek yerine gözden çıkıp doğrucu toprağa karışmanın nasıl olacağını merak ederdim. Aynalarda kendi boşluğumu görmek isterdim. Hep yürekten kopup geldiğimi düşünür ve bir gün ciğerden çıkıp gelme ihtimalimi düşünürdüm. Bana bugün gözyaşı demeyin; bende benden içeri bir ben var artık... Bu gece benim kendimi tanıdığım, gerçeğimle yüzleştiğim gece çünkü. Bugün hamurum kandır benim...
Gece: Gelinler kadar hüzünlü, umutlar gibi tedirgin, zulüm misali katıksız... Sokakla tüten bir alevin ucunda ah edip duruyorum. Küller ve toprak. Bütün yıkımlar benim bağrımda. Konuşmayı yeniden öğrenmem gerekiyor, sesleri ve harfleri kaybettim. Bu acıyı içime bırakanlar bende sır olarak kalacak. Dünya yeniden kurulduğunda, şehir eskisi gibi olduğunda ben o sırları hâlâ saklıyor olacağım.
Mahkûm: Bir gün şu duvarlar yarılsa da sevdiklerimi bir kez olsun görsem diye her gece dua ederdim. Sonunda duvar yarıldı, lakin sevdiklerimi görmek beni sevindirmedi. Hangi baba, annelerinin naşı başında ağlayan üç çocuğun üstüne uğramak ister? Şimdi hapishaneye geri dönmeli ve bir gün üç yavruma hem anne, hem baba olmak üzere duvarların yerinde durmasına yakarmalıyım.
Yürek: Her şeyin bir ve tek olduğunu hissediyorum. Kötülükten şefkat ve merhameti, çirkinden iyilik ve güzelliği, yıkıntılardan insanı çıkaran sevdanın mekânıyım diye... Masumiyete vurgun lekesiz sevdalar adına sizi yanıma çağırıyorum. Harabelerde, karanlıklarda çarpan yüreklere dokunmak için...

ÜLKE ÇAPINDA ŞEHİTLERİMİZİ ANIYOR, ANLATIYORUZ

 












Ahmed Şahin
25 Ekim 2011

Ülke çapında şehitlerimizi anıyor, anlatıyoruz
Geçtiğimiz cuma kürsülerde vaizlerimiz, hutbelerde hatiplerimiz ülke çapında şehitlerimizi anlattılar.
Biz de yine ülke çapında büyük bir dikkat ve ilgi ile şehitlerimizi dinleyip konuştuk. Bugün ben de burada aynı anlatımla şehitlerimizi yâd etmeye devam etmek istiyorum. Anlaşılan odur ki şehitlerimiz uzun zaman kalbimizde, gönlümüzde yaşayacak, hatta arkalarından biz de şefaatlerini ümit ederek varacağız yanlarına...
Nitekim maneviyat büyüğü Ebud-Derda Hazretleri de bir cenaze gördüğünde "Sen git, biz de geliyoruz arkandan!" diyerek uğurlarmış cenazeleri.
Biz de bugünlerde bu duygularla uğurluyoruz onları, yarın da başkaları uğurlayacak bizleri. Ancak biz uğurladığımız cenazelerimize 'ölülerimiz' diyemiyoruz. Çünkü onlar bizim ölülerimiz değil, şehitlerimizdirler. Şehitlerimize ölülerimiz diyemiyoruz... Ama acılarını kalbimizin ta derinliklerinde duyuyor, yaşıyoruz. Çünkü onlar bizim ya babamızdır, ya kardeşimizdir, ya eşimizdir, ya da evlatlarımızdırlar.
Bu ülkenin doğusundan, batısından, köyünden veya kentinden kendilerini feda eden kahramanlarımızdırlar.
Nereden olurlarsa olsunlar, nereli olurlarsa olsunlar, onların her biri, hepimizin şehididirler.
Bundan dolayı bu toprakların üzerine bir damla şehit kanı düştü mü, acısı bütün vatan evladını sarar, ıstırabı topyekun milletin yüreğini yakar. Hepimiz bunun acısını gönlümüzün, kalbimizin ta derinliğinde hissederiz. Ancak olanca derinliğiyle hissettiğimiz bu acımızı, kalbimizin gönlümüzün derinliğine gömeriz de asla feryad-ü figan etmeyiz, bağırıp çağırmayız, taşkınlık yapmayız, hele yabancıların âdet ve alışkanlığı olan alkış tezahüratlarıyla cenazelerimizi gösteriye alet etmeyiz.
Acımız ve öfkemiz, bizi vakarımızdan, ağırbaşlılığımızdan uzaklaştırmaz. Biliriz ki şehitlerimiz aynı zamanda bizim mahşerde şefaatçilerimizdirler de...
Zira onlar, Allah'ın kendilerine vaat ettiği müjdeye kavuşmuş, ebedî saadetin nimetlerini bilfiil tatmaya başlamış şekilde yeni hayatlarına geçmişlerdir. Onlara bu yeni hayatı bahşeden yüce Rabb'imiz ölüm acısını tatmadan yaşamaya devam ettiklerini haber vermektedir kitabında bizlere: "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Onlar hayattalar ve Rab'lerinin katında mükâfatlarına kavuşmuş halde yaşamaktalar."
Demek ki hayal ettiğimiz cennet hayatını onlar fiilen yaşamaya başlayan bahtiyarlardırlar.
Bu sebeple, "Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." müjdesinin de muhatabıdırlar.
Nitekim onların böylesine imrenilecek özellik ve yüceliğinden dolayıdır ki Efendimiz (sas) Hazretleri şehitlik arzusunu bizzat dile getirdiği hadisinde şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi arzu eder ve şehit olmayı isterdim."
Evet şehitlik, işte böyle erişilmezliğine şahitliktir!..
Bundan dolayıdır ki, güvenlik güçlerimize ve sivil halkımıza karşı hızlandırılan bu vicdansız saldırılar, birlik beraberlik içinde kardeşçe yaşama azim ve aşkımızı zayıflatmak şöyle dursun, tam aksine daha da kuvvetlendirecek, bin yıllık kardeşliğimizi daha da takviye ederek devam ettireceğiz inşallah. Milletimizin mutluluk ve huzurunu bozmayı hedef alan bu ihanet odakları, bizi ayırıp buyurma maksatlarına erişemeyecek, şeytani güçleri ebedi kardeşliğimizi yok etmeye yetmeyecektir.
Bu vesileyle şimdiye kadar evlatlarını bu ülke için feda eden tüm şehit ailelerimizin acısını paylaşarak sabrı cemiller niyaz ediyor, kahraman şehitlerimize bir kez daha Rabb'imizden sonsuz rahmetler diliyoruz.
Yarın: 70 hafız sahabe, nasıl bir ihanetle şehit edildi?

22 Ekim 2011 Cumartesi

TÖVBE SİLGİ GİBİDİR; İZ BİLE BIRAKMAZ...

 














 

Hekimoğlu İsmail
22 Ekim 2011 
Tövbe, günahlardan pişman olup, onları terk etmek ve Allah'tan af dilemektir.
Tövbe, Allah'a yöneliş demektir. Çocuk bardağı kırar, "Anneciğim bir daha kırmayacağım." diye yine annesine döner, sarılır. Tövbe de aynen böyledir. İnsan tövbeyle, "Allah'ım bir daha günah işlemeyeceğim." der, döner yine Rabb'ine...
Bazı okurlarım mektuplarında, "Geçmiş hayatımda öyle günahlar işledim ki, Allah beni affetmez." diyor. Ben de diyorum ki; müşrikler bile tövbeyle sahabe olurken, sen neci oluyorsun da Allah'a iftira atıyorsun? Mesela Hz. Ömer diyor ki; "Hayatımda iki şey var; birine ağlarım, birine gülerim. Helvadan put yapar, önce tapar, sonra yerdik, buna gülüyorum. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorduk, buna da ağlıyorum..." Bakınız Hz. Ömer nereden nereye geliyor tövbeyle...
Özellikle gençlikte çok günahlar işlenebilir. Gençlikte şahsi durum ve sosyal hayat günah işlemeye çok uygun, İslamiyet'i de bilmiyorsa eğer, çok günahlara girebilir kişi. Bakınız Mesnevi-i Nuriye'de bir şiirin meali şöyledir: "Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım..."
Yine Necip Fazıl diyor ki;
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum..."
Yani "Çocuklar gibi yaşamışım" diyor Necip Fazıl. Sonra tövbe ediyor. Bir makalesinde diyor ki: "33 yaşından evvel yazdığım şiirler benim değildir. Bugün insanlar evladını reddediyor, ben de yazılarımı reddediyorum." Ve başka bir hayat yaşamaya başladı. Bana göre Necip Fazıl, evliyadır. Bakınız tövbe, insanı ne halden ne hale getiriyor.
"Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (2. Lema)
Bu ne demektir?
Bir arkadaşa dedim ki; "Yahu şu içkiyi bırak, haramdır." Dedi ki; "Yahu ne haramı? Bu aslan sütüdür." Arkadaş anında küfre gitti.
Her insan günah işler, çünkü Allah insanı günah işleyebilecek fıtratta yaratmıştır. İnsanlara zevkleri ve menfaati tesir eder, onları yönlendirir. Bu, tabii bir hal gibi gözüküyor. Çoğu canının istediğini yapar. Çünkü insanın kendini idare etmesi kolay değildir. En başta nefsi onu yönlendirir. Bu durumda o insanların kıymeti, menfaatleri kadardır. Fakat bazı insanlar menfaatinden ve zevkinden öteye başını kaldırır, kendini bir davaya verir.
Tövbe, silgi gibidir. İnsan Rabb'ine yönelip bir daha günah işlememeye niyet ederek tövbe ettiğinde Allah o günahı siler, sanki hayır işlemiş gibi misliyle sevap yazar. İşte "Tövbe, salih ameldendir." denmesinin sebebi budur. Çünkü insan, tövbesiyle Rabb'ini tanır, marifeti artar, sevap kazanır. Şurası kesin ki; biz bazı günahları bırakmasak bile onlar er geç bizi bırakacaktır. İnsan yaşadıkça fizikî zaruretler dolayısıyla her günahı terk etmek zorunda kalır. Bu da Allah'ın rahmetidir. Ama önemli olan, genç iken yüzümüzü günahlardan hayırlara çevirmektir...

20 Ekim 2011 Perşembe

UYAN EY GÖZLERİM


NOT: Buradaki bilgiler www.uyaneygozlerim.com sitesinden alıntılanmıştır.

Uyan Ey Gözlerim
Sultan III. Murat Han bir sabah namazını kaçırmış.
Üzüntüsünden Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan'ı yazmış.
Biz hergün kaçırıyoruz ama ne yazik ki o parçayı dinlemiyoruz bile…

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince(1) tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semâvâtın kapuların açarlar.

Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde kalkana hülle(2) biçerler.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma.

Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi iklim(3) benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, Murad kulun, suçumu affet.

Suçum bağışlayub günahım ref’ et.(4)
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Sultan III. Murat
III. Murat’ın babası, Kanunî Sultan Süleyman’ın oğlu II. Selim’dir. Annesi ise Nur Banu Sultan’dır. 5 Cemaziyülevvel(5) 953 / 4 Temmuz 1546 tarihinde Manisa’nın Bozdağ Yaylağı’nda dünyaya gelen Şehzade Murat, 966 / 1558 tarihinde Akşehir Sancak Beyliği’ne, 1562 yılında ise Manisa Sancak Beyliği’ne getirilmiştir.

Padişahlığına kadar Manisa Sancak Beyliği’nde sancakbeyi olarak görevini sürdüren III. Murat, on ikinci padişah olarak 15 Aralık 1574’te cihanşümul Osmanlı payitahtına çıkarak saltanatını ilân eder. (III.Murat Han,
Pir Hasan Hüsameddin Uşşaki (ksa)'yı Padişah olunca Uşak'tan İstanbul'a davet edip kendisine bir dergah açmıştır.) 21 sene tahtta kalan III. Murat, 16 Ocak 1595'de 49 yaşında iken vefat etti. Ayasofya Camii hazîresine (mezarların bulunduğu mekân) gömüldü. Keremi sonsuz, bâki olan Rabbimiz, Osmanlı tahtını nasip eylediği bu güzide insana rahmet eylesin!…
Âmin!…

Şair sultanlardan olan III. Murat, Muradî mahlâsıyla şiirler yazmıştır. Türkçe, Arapça ve Farsça divanları bulunmaktadır. III. Murat’ın 1001 (Hicrî) / 1593 (Milâdî) tarihinde yazdığı ve tasavvufî inceliklerle dolu "Fütuhât-ı Siyâm" isminde mühim bir eseri ile Şemseddin Sivasî tarafından şerhedilen "Esrarnâme" adında diğer bir eseri daha vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda birçok hükümdar Divan şiiriyle uğraşmış ve bu edebî ekolde nadide eserler meydana getirmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in Avnî, Yavuz Sultan Selim’in Şahî, Kanunî Sultan Süleyman’ın da Muhibbî mahlâslarıyla Divan Edebiyatı’nın farklı aruz kalıplarında ve değişik nazım şekillerinde şiirler vücuda getirdikleri bilinir.


III. Murat’ın hayatına ve edebî yönüne ilişkin kısa bilgiler verdik. Şimdi asıl konumuza gelelim. Yukarıya aldığımız ve III. Murat Han’a ait olan, “UYAN EY GÖZLERİM!...” başlıklı şiiri. Bu müstesna şiirinin Türk tasavvuf musikisi makamlarında muhtelif besteleri vardır. Bu besteler tarihte olduğu gibi günümüzde de terennüm ediliyor. Sizler de bu şiirin bestesini keyifle dinlemişsinizdir. Bu güftenin bestesini ilk dinlediğimde sanki çarpıldım, ruhumun daraldığını, acıdığını hissettim. İlk etapta kendinizi sözlere ve namelere kaptırıyorsunuz, bu mısralarla ruh ikliminiz arasında bağlantı kuruyorsunuz… Sonra sözleri çok manalı ve bir o kadar güzel olan bu şiirin kime ait olduğunu araştırayım, dedim. Karşıma hayran olduğum bir medeniyetin padişahı çıkmaz mı: III. Murat…


Arapça ve Farsça sözcüklerle yüklü olan o günkü Osmanlıca Türkçesi’ni düşünürsek bu şiirin gayet sade bir dille yazıldığını anlamamız zor olmaz. Günümüz Türkçesi’yle dahi çok kolay anlaşılmaktadır. Şiirin sade bir dille yazılması onun kıymetsizliğine işaret değildir. Bu şiir kolay ve sade göründüğü hâlde, bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan ‘sehl-i mümtenî’ bir tarzda kaleme alınmıştır.


Bir hitapla, “Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...” şiirine başlayan Sultan Şair, silkinerek kendine gelmek istiyor. Nefsiyle baş başadır. Ahir ömrünü muhasebe edip tehlikenin kenarında olduğunu düşünüyor. İlmi, kudreti her şeyi kuşatmış olan Allah’ı tesbih etmekte yetersiz olduğu kanısına varıyor.


Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...

Uyan uykusu çok gözlerim uyan…
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...
Uyan uykusu çok gözlerim uyan…

Şair, ikinci kıtaya, seherlerde Rablerini tesbih eden kuşları mevzubahis ederek giriyor. Bu kuşlar kendi dillerince bizlerin bilmediği bir lisanla Hâlık’larını, Rezzak’larını zikretmektedirler. Nitekim şu âyet-i kerime Sultan Şair’imizin bildirdiği gerçeği çok veciz ve fasih bir şekilde ifade ediyor: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, onu hamd ederek tesbih etmesin. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”(6) Bu kıtada kuşlarla birlikte başka varlıkların da Rablerini tesbih ve tevhid ettikleri haber veriliyor: “Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar…” Kuşlar, dağlar, taşlar, ağaçlar birer parçadır. Kast olunan bu cüzlerin de içerisinde bulunduğu canlı ve cansız varlık âlemdir. Kuşkusuz göklerde ve yerde ne varsa O’nundur; O’nu tesbih etmiştir ve ediyordur. Gece ve gündüz, gök gürültüsü, bölük bölük uçan kuşlar, melekler, dağlar vb. gibi… Allah’a hamd ve korku ile boyun eğmiştir; yorulmadan ve büyüklenmeden noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla vasıflı bulunan Allah’ı tesbih ve tevhid etmektedirler.(7) Hülâsa her şey, ama her şey Allah’ı yüce sıfatlarıyla birlikte tesbih, tevhid ve tenzih etmektedir. Hakikat boyasıyla boyanmış Şair’imiz tekrar tekrar: “Uyan ey gözlerim gafletten uyan!... / Uyan uykusu çok gözlerim uyan…” demek suretiyle bu kıta ve diğer kıtalarda zatını ikaz edecektir.


Seherde uyanırlar cümle kuşlar...

Dill-u dillerince tesbihe başlar...
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar…
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...
Uyan uykusu çok gözlerim uyan…

Üçüncü kıtada Allah’a ve Rasûlü’ne nasıl inanılması gerekiyorsa öylece inanan Mü’minlere sema kapısının açılarak rahmet suyu saçılacağını müjdeleyen Sultan Şair’imiz, seherlerde kalkmanın önemine tekrar dikkatlerimizi çekmek istiyor:


“Seherde kalkana hülle biçerler.” Hülleden kast olunan, bilindiği gibi Cennet elbisesidir. Evet, seher vakitleri İslâm literatüründe kıymetlidir. Nitekim; “(Bunlar),

‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru!’
diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah'tan) bağışlanma dileyenlerdir.”(8) buyrularak seher vaktinde bağışlanma dilemek, öneminden dolayı âyet-i celîlede zikrediliyor. Seher vaktinde yatmamak, sabah namazını kıldıktan sonra da güneşi üzerine doğdurmamak, geçen bu süre zarfında ibadet-i taatla, tevbe-i istiğfarla, tesbih, tenzih ve tehlille meşgul olmak âdâb-ı sünnettendir. Ayrıca Sabah namazının sünneti ve farzı arasındaki vakitte de bu şekilde hareket etmek sünnettir. Seher vaktinin bir uhrevîliği vardır. Kuşların zikir armonisi, havadaki o büyüleyici koku, bedeninizi saran ve sarsan seher vaktinin iklimi…

Son kıtalara geldiğimizde dünyanın faniliği; taç-u tahtın, saltanatın, malın mülkün, servetin geçiciliği hakikatini hatırlamak isteyen Sultan Şair’imiz Allah’a sığınıyor, Rabbinden bağışlanma istiyor, “Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.” demek suretiyle son arzusunu dillendiriyor.

Benim, Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’ et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...
Uyan uykusu çok gözlerim uyan…

Dipnot ve Kaynakça:

1. Dill-u dil: Kendi dillerince.
2. Hülle: Cennet libası (elbise).
3. Yedi iklim: Farklı iklimlerin hüküm sürdüğü ülke toprakları.
4. Ref’ et: Lâğvet, kaldır, hükümsüz bırak.
5. Arabî aylardan beşincisi
6. el-İsrâ, 17/44.
7. Bkz. er-Ra’d, 13/13; el-Enbiyâ, 21/19-20; en-Nûr, 24/41; es-Sâd, 38/18-19.
8. Âl-i İmrân, 3/17.

Cafer Ceylan
Rehber Dergisi Sayı 44


15 Ekim 2011 Cumartesi

DİNDAR İNSAN, DİNDAR OLMAYAN İNSANLARDAN FARKLI OLMAK ZORUNDADIR



















Hekimoğlu İsmail
15 Ekim 2011
Dindar insan, dindar olmayan insanlardan farklı olmak zorundadır!..
Bir çocuk kendi iradesiyle dünyaya nasıl gelebilir?İnsanlar dünyaya gönderiliyor...
Anne-baba ölü gıdalar yiyor, dipdiri bir çocuğu oluyor. Çocuğun başlangıcı tek bir hücre. Sebepler çok basit. Ölü ve madensi şeylerden insan yaratılıyor. İnsanlar doğuyor, dünya dolup boşalıyor. Gidiyoruz. Birilerinden, bir şeylerden ayrılarak, bazı şeylere kavuşarak, durmadan gidiyoruz. Ölümü öldürebilir misiniz? Karşımda asılı duran saat, saniye saniye ömrümü tüketiyor...
Acele etmek lazım...
İnsanca bir hayat yaşayabilmek, iyi şeyler yapabilmek için...
Milyarlarca insan varmış, bana ne! Benim olan halleri kim benimle bölüşebilir? Hastalığımıza, elemimize, kederimize, neşemize kim ne kadar ortak olabilir?
Elbette herkese "yaşadı" diyeceğiz; amma nasıl yaşadı? Ölmediği veya ölemediği için yaşayanlar...
Bir gün büyük bir mezarlığın kenarında durdum. Burada kimler kimler yatıyor? Mezarlık sanki kocaman bir şehir... Dünyada ne kadar çeşitli hayatlar varsa o mezarlıkta da o kadar çeşitli hayatlar var. Sonra düşündüm... Herkesin hayatının bir vazifesi vardır. Her ağaç kendi meyvesini verecek. Akasya çiçek açacak, meyve vermeyecek, onun vazifesi de o. Aynı şekilde her insan kendi vazifesini yapacak...
Benim vazifem ne?
Bu soru üzerinde düşünülmeli. Evvela insanın kabiliyeti ne ise onun dünyadaki vazifesi odur. Fakat bu kabiliyeti, İslam'ın mihengine vuracak. İslam'a uygun kabiliyetler onun vazifesidir. Böylece farklı bir insan olacaktır.
Dindar, dindar olmayan insanlardan farklı olmak zorundadır!..
Cennete iman ile girilir. İmanı ibadetler korur. Tahkiki iman, bilerek, anlayarak inanmaktır. Taklidi iman ise ebeveyni Müslüman olduğu için çocuğun da Müslüman olmasıdır. Taklidi iman çabucak şüphelere düşebilir. Bazı şüpheler akrep olur, ruhu kemirir. Şüpheden şüphesizliğe geçmek esastır. Şahsın gücü buna yetmiyorsa alimlere müracaat eder. Nefsin isteklerine göre kurulan sosyal hayatta İslamiyet'i yaşamak zordur. Çünkü günahlar zehirli bala benzer. Evvela tat verir, sonra yavaş yavaş maddeten ve manen öldürür.
Herkes alışkanlıklarına bir göz atsın. Nelere alışmış? Nelerin esiri olmuş? İnsanlar kötü alışkanlıklarının kölesi olurken, en büyük özgürlük İslam'a köle olmaktır. İslam'a köle olan, her türlü esaretten kurtulur. Allah'ın ipine sarılır, kurtulur. İşte dünyada ve ahirette kurtuluşun sırrı budur. İşte bu sebepten bana, "Hizmet nedir?" diye soranlara diyorum ki: "Hizmet, Kur'an'ı hayata taşımaktır. İslamiyet'i yaşamayanın, hizmeti yoktur."
Acele etmek lazım; Müslümanca yaşamak için. Zira yaşayan çok; hiç değilse bir farkımız olsun...