12 Aralık 2012 Çarşamba

İbrahim Ethem’den gençlere günaha girme şartları


Ahmet Şahin

Halk arasında İbrahim Etem diye söylenen İbrahim’in babası Ethem, Belh sultanıydı. Sultan babasının yerine geçerek Belh hükümdarı olmuştu İbrahim.

Bir gün bir meçhul adamın teklifsizce sarayına girip kapının yanına oturduğunu görüp “Burası han değil, ne işin var burada?” diye çıkışınca meçhul adamın düşündüren cevaplarıyla karşılaştı.
- Senden evvel burada baban Etem vardı, ondan önce de öteki hükümdar oturuyordu. Ondan önce de bir başkası vardı. Bunların hepsi de burada bir müddet kalıp gittiler, şimdi de bir müddet kalma sırası sana geldi. Söyler misin burası yolcuların bir müddet dinlenip de gittiği han değil de nedir? Meçhul adam, “İşte benim istirahat müddetim de bitti, ben de gidiyorum.” diyerek çıkıp gözlerden kayboldu. Belh hükümdarı İbrahim Etem, Hızır diye kabul ettiği bu meçhul zatın uyarısından sonra artık sarayını da, tahtını da terk ederek kendini tümüyle İslami hizmete verir. İmam-ı Azam gibi büyüklerden ders alarak kendini iyice yetiştirir, gençleri de yetiştirmeye başlar. İşte bu sırada gelen gencin biri İbrahim Etem’e sorularını şöyle sorar:
– Nefsim beni günaha girmeye zorluyor, nefsime nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, ne tavsiye edersiniz bana? der.
İbrahim Etem de kendine mahsus üslubuyla cevap verip açıklama yaparak der ki:
– Önce günaha girmenin şartlarını hatırlat nefsine. Günaha girme şartlarını yerine getirebilirse günaha girebileceğini söyle, der. Genç heyecanlanır.
- Günaha girmenin şartları da mı var? Öyle ise o şartları söyle de hemen yerine getireyim, der.
İbrahim Etem de anlatır günaha girmek için yerine getirilmesi gereken üç şartı.
- Birincisi der, içinde günaha girme duygusu başlayınca kendisine karşı günah işleyeceğin Zat’ın mülkünden dışarıya çık, günahı orada işle! Sonra geri dönüp gel!..
- Bu mümkün mü, der genç. Her yer O’nun mülküdür. Mülkü olmayan yer yoktur ki, oraya gideyim de günahı orada işleyip döneyim!..
- Öyle ise der İbrahim, hem mülkünde oturacaksın hem de mülkün sahibine karşı gelmekten utanmayacaksın; senin gibi civanmert bir gence yakışır mı böyle saygısızlık?..   
- Genç, sen ikinci şartı söyle, der. Onun mülkünün dışına çıkmam mümkün değildir.
İbrahim Etem de ikinci şartı anlatır:
- Öyle ise der, kendisine karşı günah işleyeceğin zatın verdiği rızkı da yememeye karar ver, ondan sonra ona isyana niyetlen!.. Genç, düşünmeye başlar:
– Bu da mümkün değil der. Ben Allah’ın verdiği rızkı yemeden yaşayamam ki?
– Öyleyse der İbrahim Etem, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de O’na karşı günah işlemekten utanmayacaksın, buna akıllı, insaflı civanmert bir gencin vicdanı razı olur mu?
– Olmaz, der genç. Sen üçüncü şartı söyle de bir de ona bakalım. İbrahim Etem de günah işlemenin üçüncü şartını söyler:
– İçinde günah arzusu kıpırdayınca hemen O’nun görmediği gizli bir yere git, günahı görmediği gizli bir yerde işle. Sonra geriye dönüp gel!..  
– Genç, bu şartta der, öteki şartlar gibi imkânsız. O’nun görmediği bir yer var mı ki gidip günahı orada gizlice işleyeyim de sonra dönüp geleyim?.. İbrahim Etem de sözlerini şöyle bağlar:
– Öyle ise der, benim civanmert evladım, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de görmediği gizli bir yer bulamayacaksın, yine de ona karşı günah işlemeyi göze alacaksın, imanlı, insaflı, civanmert bir gence yakışır mı böylesine isyan ve itaatsizlik?
Genç, daha fazla dayanamaz, iki elini birden kaldırarak bağırmaya başlar:
– Teslim oldum ey İbrahim teslim! der. Bundan sonra nefsim beni günaha zorlayınca haykırarak diyeceğim ki:
- Ey nankör nefis, utanmıyor musun, mülkünde oturduğun, verdiği rızkı yediğin, görmediği gizli bir yeri bulamadığın Zat’a karşı açıkça, alenen isyan bayrağı çekip de nankörce günah işlemeye?  
– Ne dersiniz? Gencin bu şartları bizim için de geçerli mi? Biz de Allah’ın mülkünde oturuyor, verdiği rızkı yiyor, günah için görmediği gizli bir yer bulamıyor muyuz? Öyle ise biz de bu genç gibi içimizden gelen bir feryatla bizi günaha zorlayan nefsimize, “utanmıyor musun” diye itiraz ederek üzerimizdeki baskısını yok etmeye çalışmalı mıyız?

15 Aralık 2011 Perşembe

O AĞACIN ALTI



















M. Nedim Hazar
5 Aralık 2011 Pazartesi

Göçmen bir melek getirdi kundağı.

                                 Leylek sandı meleği çocuk.

Dallarını büktü mahzun genç ağaç…

Bacalar, kurumdan bir kahkaha attılar.

Beyaz bir duman oldu uzun gagalı kuşlar.

Evlerden bahçelere kaçtı uçurtmalar.

Yaprak yerine, 


takıldı renkli balonlar dallara.

Bir çocuk,

 kalbini kazıdı tenine ağacın.

Yanmadı gövde ama

eğilip baktı dallar.

Bütün olup biteni gördü arsız yapraklar.

Homurdandı incecik parmakları köklerin.

Bir kayanın böğrüne saplandı çok derin.

Aşk olsun, dedi kaya, yarasını tutarak.

                                           Aşk oldu...

Ne kadar kuş, kelebek.

İşsiz güçsüz börtü böcek…

                          Hepsi şahit yazıldı…

Bir demet yeşil beyaz


çiçek savruldu gökyüzüne.

Önce dili çözüldü, kalp ikiye bölündü,

Ve yaşlandı bulutlar…

Bembeyaz ve ıslak…

                              Sevimsiz olmaz masal.

Sonra baston oldu dal.

Her şeyin tanığıydı, 


terli avucunda dedenin.

Bir tabut çektiler ağacın gövdesinden.

                             Toprağa armağan…

Yalnız bir dua yükseldi akabinde.

Balonlar patlamıştı…

Kül rengi uçurtmalar, tünemişti dallara.

                        Dallar çıplak.

Ebeden bir hediye gassala.

Yaşlanmış, buruşmuştu kabukları ağacın…

Kökleriyle,


taşa attığı imzayı gördü artta kalanlar.  

                                    Hüvel Baki…

20 Kasım 2011 Pazar

18 Kasım 2011 Cuma

BİR AKŞAM HİNDİSTAN’DA…
















M. Nedim Hazar
14 Kasım 2011

Japon iyiliksever Dr. Atsushi Miyazaki’nin ibretli hayat hikayesi beni farklı bir hikayeye sürükledi.
Yıllar önce dinlemiştim bu hikayeyi. Esasen sonra da defaatle farklı versiyonlarını, farklı zamanlarda dinledim. Ne var ki, Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinde denk gelince (970. Beyit) çok daha bir anlam kazandı.
Hikâye şöyle:
Hazreti Süleyman (a.s.)’ın sarayına bir kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayatî bir mes’ele için Hz. Süleyman (a.s.)’la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s.), benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
- “Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana… ”
Adam telaş içinde:
- “Bu sabah karşıma Azrail (a.s.) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı.”
- “Peki ne yapmamı istiyorsunuz?” der Süleyman (as)
Adam yalvarır.
- “Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman (a.s.)! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgârına emret de beni buradan ta Hindistan’a iletsin O zaman Azrail (a.s.) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!”
Hz. Süleyman (a.s.), adamın haline acır. Rüzgârı çağırır ve “Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak.″ emrini verir.
Rüzgâr bu…
Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan’da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hz. Süleyman (a.s.) divanı toplayarak, gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır.
- “Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun” der.
Azrail (a.s.) cevap verir.
- “Ey Dünyanın ulu sultanı. Ben, o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (c.c.) bana emretmişti ki:
- “Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan’da al”
 Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi ”
Sonrası malum, emr-i hak vaki olur ve Azrail (as) o adamın canını alır.
Hz. Mevlana şu yorumu yapar:
İşte sen bütün dünya işlerini buna kıyas et. Gözünü aç ve gör ki, uğraşıp didişmekle mukadderattan kurtulmak mümkün değildir. 
Kimden kaçıyoruz?  
Kendimizden mi? 
Ne mümkün? 
Mukadderattan kaçmak, kendi nefsinden kaçmak gibidir. Bu da imkânsızdır. Yoksa Hak'tan mı kaçıp kurtulmak istiyoruz? 
Ne beyhude zahmet!..

13 Kasım 2011 Pazar

GÜNÜN SÖZÜ


Niyazi Mısri
 
Ben Sanırdım alem içre bana hiç yar kalmadı,
 
Ben beni terk eyledim gördümki ağyar kalmadı
 



11 Kasım 2011 Cuma

PEŞİN PEŞİN ÜZÜNTÜ, TAKSİT TAKSİT MUTLULUK


Fatma K. Barbarosoğlu
7 Kasım 2011
I-
Lüks bizi bozar diye yazıyorum ne vakittir. Zenginlik bozmaz bizi. Lüks bozar. Zengin malı ile orantılı olarak cömertleştikçe para tarafından kirletilen olmaktan kurtarır izzeti nefsini.
Lüks bizi bozar. Ne kadar bozduğunu anlamanız için dünyanın tek taksit taksit lüks tüketen ülkesi ilan edildiğimizi söyleyeyim de gerisini siz düşünün. Lüks, parası olanın hiç düşünmeden aldığı kucak kucak para ödeyerek aldığı şeydir. Onu lüks yapan bir ihtiyaca karşılık gelmesi değil, sahibini olmadığı bir yere, konuma, duruma "uçurması"dır.
Lüks nesnelerle ömür alır parayı bastıranlar, ödül alır, şımartır kendini. Gençlik alır, güzellik alır, itibar alır. Herkeste rastlanmayan şeyleri alır.Yani esasında onları aldığına dair kendisini kandırır.
Ama bütün bunlar peşin para ile olur. Lakin Türkiye'de taksit taksit oluyormuş. Söyleyen ben değilim. Dudak uçuklatan fiyatları ile sahibine "kimlik" sunduğunu iddia eden bir saat firmasın yetkilisi sarışın hanım söylüyor.
Tatsit taksit mutluğun peşine düştüğümüz günden beri bir yudum huzurumuz kalmadı.
Taksitli mutluluklar peşinde açık büfe sabah kahvaltıları, beş yıldızlı otel iftarları.
Formum bozulur diye korkanlar sunum mekânlarında yiyip içiyor. Elli çeşitten mürekkep açık büfe. Bir çatal alınarak hem görsel doyum sağlanıyor hem de kilo alınmamış olunuyor(muş).
Görsel doyum diye bir şey var artık. Ruh aç kalınca onun açlığını beyhude görsellik üzerinden doyurmaya çalıştığımız yeni açlıklarımız var.
II-
Bu gün sizleri, bir sufinin hayat hikâyesinde ağırlamak istiyorum. Hamza Bali'den bahsetmek istiyorum. Vefatı 1561. Aşk ve melâmet ehli kendisi.
Şu tüketim ve sunum çağında en çok Melami meşreplere ihtiyacımız var.
Hüsamettin Ankaravi Hazretleri memleketi Kutluhan'da Cuma ve bayram namazlarını kılabilmek için inşa ettirdiği cami tamamlanır gibi olunca İstanbul'da bulunan müritlerine mektup yazarak kendilerini ilk Cuma namazını kılmak üzere davet eder. Cami tamamlanır davete icap edenler ile birlikte Cuma namazı kılınmak için hazırlanılır. Ankaravi Hazretleri ezan vakti yaklaştı Bali Ağa gelmedi der. Orada bulunan müridlerden biri "Sultanım Bali Ağa kulunuzda eskisi gibi riyazet ve mücahede yok gibi; nefsin arzularına uyduğunu her gün tavuk çorbası içtiğini bana iftihar yolu ile söyledi" der.
Cuma namazı vakti girdiğinde Bali Ağa'nın geldiği görülür.
Şeyhi Hüsameddin Ankaravi ile kucaklaşır. Şeyhi duyduklarının anlamını sorar: "Riyazeti bırakmış her gün tavuk çorbası yermişsin doğru mu?"
Bali Ağa şöyle cevap verir: "Efendimin malumlarıdır. Tavuk çorbasından muradım fukaranın kapıları önündeki taş teknelere, yalaklara döktükleri artık çorbalardır ki, bunu tavuklar ve köpekler gelip içerler. Fakir de sabah namazına giderken o hayvanların yiyeceklerini görünce nefsimi tahkir etmek için onlarla birlikte yerim."
Şeyhi "Benim dahi zannım bu yoldadır. Demek gizlice nefsini köreltir, riyazet edersin, halini gizlemek için de başka türlü anlaşılabilecek sözler söylersin. Halk da senin bu sözlerini zahirine göre anlar ve senin için suizanda bulunur. Bugünden sonra senin ismin Hamza olsun. Senin bu meşrebin senin şehadetine sebep olur ve şehitler sultanı Hz.Hamza'nın sancağı altında haşrolursun" buyurur.
Dediği gibi de olur. Memleketi olan Bosna'da meyhanelerde irşad vazifesi gören Hamza Bali Bosna Kadısı'nın İstanbul Kadısı'na yazdığı şikâyet mektubu üzerine Şeyh Hamza İstanbul'a getirilir. Ebu Suud Efendi'nin verdiği fetva ile başı kesilerek şehid edilir.
Şimdi diyorsunuz ki bu hikâyeyi niye anlattın! Ve üstelik niye şimdi anlattın!
Vaktin bereketi ve dahi vaktin hikâyesi var.
Gece yarısı tefeül etmek istedim.(Osmanlı'nın Manevi Sultanları, Tarık Velioğlu, Hayy kitap.) Karşıma Hamza Bali'nin hikayesi çıktı.
Size değil kendime anlattım farz edin. Sizler maşallah hidayetinizi tamamlamış, irfanınız yüceltmişsiniz. Eksik olmayın aziz olun, daim olun. Sevenleriniz bir iken bin olsun. Allah cümlemizi suizandan kurtarıp hüsnü zan üzere daim etsin. Ülkemizin güvenliği için küçük hikâyenin hüsnü zan üzere mayalanması gerekiyor.
Anlayanlar anladı. Anlamayanların nasibi başka bir vakte kaldı.
Bayramınız mübarek olsun. Bayramınızın mübarek olması için, fakirleri seven bir kalbinizin olması gerektiğini sakın unutmayın.

'PENCERELERDEN SEYRET İÇLERİNE GİRME'


Mustafa Ulusoy
11 Kasım 2011
 
Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:
Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?
Ya şu biten ömür?
Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?
Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?
Kim senin sahibin?
Biz kimin kölesiyiz?
Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?
Kimin mülkünde çalışıyoruz?
İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata...
İnsan kendine aittir; büyük yalan...
Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?
Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?
Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?
İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane...
Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme... Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.
Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?
Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.
O zaman bu mızmızlık neden?
Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?
Neden emanet etmiyorsun kendini O'na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O'ndan daha fazla sevip değer veremezken?
Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?
Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.
Bırak kendini, gevşe biraz. O'nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.
O'na güven yeter. O'nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?
Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.
Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?
Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?
"Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır."
Ne karışıyorsun ki O'nun mülkünde yaptığı tasarrufa? "Ben her şeyi bilirim," diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O'nunsun, O'na aitsin, O'nun eseri ve mülküsün.
Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi...
"Mülkü sahibine teslim et, ona bırak."
Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.
Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?
"O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme."
Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.
Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.
Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii'nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:
"Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma."
İşte böyle nefsim...

10 Kasım 2011 Perşembe

SONBAHAR YAZISI


 Mustafa Kutlu
9 Kasım 2011

Güz geldi geçiyor. Severim sonbaharı. Ölümü hatırlatır. Biz de düşen bir yaprak gibi vakti gelince kara toprağa düşeceğiz. Güz bizi öte dünyaya yaklaştırır. "Her şey fâni" deriz. Dünyaya attığımız düğümler gevşer.
Bir kitabımda eski dünyadan bahsederken şöyle bir güz tasviri yapmışım:
"Meşelerin yaprakları kan-kızıla çalar, palamutlar dolu gibi yağar yarlardan, yarpuzlar kurur. Toy kuşları turnaların peşine takılır, boz perçemli çayır kuşlarının sesi ansızın kesilir. Derenin suyu titremeye başlar.
Son güz erişmiştir artık.
Ufuklar küle belenmiştir. Geceler uzar gider, gönüllere bozartı düşer, bağlar yapraklarını döker. Denkler tutulur, tahta bavulların ipleri çekilir, gurbetçiler birer ikişer yola düşer.
Gurbetçi böyledir.
Yazın gelir, güzün gider.
Nice kıyımlardan, kıtlıklardan, savaşlardan, göçlerden, seferberlikten çıkıp gelen köylü altı ay kışa alışkındır. Lâkin erzakını yazdan koymaz ise rahat edemez. Hayatı mevsimler ile yaşar; yarına güveni ambarında duran un, gerisi Allah kerim.
Çocuklar bile bu hazırlıkları oyuna, tekerlemeye çevirmişlerdir.
Tedarikim
Torba dikim
Yazın koyum
Kışın yiyim
Dünya küçüldü. Bir köye döndü diyorlar. Doğrudur. Taşranın küçük kentlerine bile uçak iniyor artık. Cep telefonu her dakika sıladaki yakınlarla konuşmamızı sağlıyor. Oğlumuz ABD'de doktora yapıyorsa internetle bağlanıp birbirimizi görerek hasret giderebiliyoruz.
Gurbet öldü. Hasret bitti. İyi mi oldu?
Bilmem.
Bildiğim şu ki artık mevsimlere bağlı olarak yaşamıyoruz.
İlkokul sınıflarındaki "İlkbahar-Yaz-Sonbahar-Kış" manzaralarını gösteren "Mevsim Şeridi" hâlâ duruyor mu? Çocuklar-gençler hatta koca koca adamlar-kadınlar "Yaza veda" partisi yaparak sonbahara geçiyorlar.
Tiyatrolar-sinemalar-konserler başlıyor. Sanat mevsimine giriyoruz.
Ve elbette gardrobumuzu yeniliyoruz.
Mevsimleri biraz da "İndirim günleri" belirliyor. Sonbaharı hızla geçiyor; "Kar yağdı" müjdesini bekliyoruz. Kayak yapmaya gidiyoruz. Şöminenin karşısında tatlı tatlı demleniyoruz.
Bu elbette "Tuzu kuru" olanların hayatıdır. Ama dünyanın küçülmesi herkesin her şeyden haberdar olmasını da getirdi. İyi mi oldu?
Bilmem.
Şu var ki bu sebeple ülkemizde dahi nüfusun yarısı kazancından kat kat fazla harcamaya başlamış. Aman sonumuz Yunanistan'a benzemesin, sonra "Bizi lüks batırdı" diyeceğiz.
Geçenlerde de yazdım. Türkiye artan potansiyeli ile "lüks tüketim" için aday ülkeler arasında sayılıyormuş.
Bu büyük tehlike.
İşin ekonomisini Mustafa Özel'e bırakıyorum. Ben "şükür ve sabrı" terkedeceğimizden korkuyorum.
Karakışta domates yemenin elbette bir bedeli var. Beslenme uzmanları sürekli ikaz ediyorlar. Her mevsim, o mevsimin sebzelerini tüketin diye. Mesela kışın "kış türlüsü" yapın. Pırasa, havuç, lahana, kereviz bir arada.
Kim dinler.
AVM lerin sebze-meyve reyonları o kadar göz alıcı ki. Sera mahsullerinden vazgeçemiyoruz. Mevsimler birbirinin içine girdi. (Her şey birbirinin içine geçti, edebiyat türleri dahil) Bu sebeple kışın kirazı, karpuzu özleyemiyoruz. Domatese, patlıcan, bibere, hasret kalamıyoruz.
Belki bu yüzden "düşen yapraklar" için yazılan şiirlere dudak bükülüyor. Yıpranmış, eskimiş, kullanımdan kalkmış bir unsur o. Belki bu yüzden büyük çoğunluğu eski dünyada üretilen Klasik Türk Musikisi ürünleri ilgi görmüyor. Bu şarkıları dinleyenlerin yaş ortalaması altmışın üzerinde. Evet, duvardaki "Mevsim şeridi"ni kaldırdık. Leyleklerin göçünü görmüyoruz. Dünya kuruldu kurulalı insanoğlunun yoldaşı olan gelenekleri terkettik.
Peki yerine ne konuldu?
Bilmem.
Bir sıkıntı belki. Bir ne yapacağını bilememe durumu. "Yağmur" bile etkilemiyor bizi, bir an önce kesilsin şu meret diyoruz. Ama eski şarkı öyle demiyordu: "Yağmurun sesini dinle / Aşka davet ediyor" diyordu.
Küflenmiş bunlar, çürümüş. Ki doğrudur. Artık ne mevsimler, ne karpuz kabuğu suya düştü yaz geldi, ne yaprakları süpüren çöpçüler, ne soba temizleyenler, ne turşular, ne tarhanalar yok.
Olan şu.
Artık onların bir bölümü hayatımızdan çıktı. Mesela artık kimse soba yakmayı bilmiyor. Ama bir bölümü hâlâ bizimle. Şu fark ile ki onları biz yapmıyoruz, hazır alıyoruz.
Turşuyu da, mantıyı da,. Üzülelim mi, sevinelim mi?
Peki ne istiyorsun?
Bilmem.
Bildiğim şu: Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde.
K. Kamu vakitsiz söylemiş bu şiiri.
Yaşlandın Mustafa. Çetleşmeyi bilmiyorsun. Belki bu yüzden sürekli hüzün dökülüyor kaleminden.

31 Ekim 2011 Pazartesi

ÂHİRZAMAN VE DEPREMLER


Ali Ünal
31 Ekim 2011

Hadis kaynaklarında Âhir Zaman'la ilgili olarak "Fiten" veya "Melâhim" adı altında zikredilen hadis-i şerifler, bugünleri anlamada fevkalâde aydınlatıcıdır.
Bu hadis-i şeriflerde şu hususların birbirleriyle alâkalı olarak ve bilhassa mü'minleri ikaz için zikredildiğini ve mü'minlerin bunların hepsinden sakındırıldığını okuruz: (1) Şehirlerin büyük olması; (2) Yüksek binalar yapılması ve özellikle çölden ve taşradan gelen insanların yüksek binalar yapmada birbirleriyle yarışması; (3) Zinanın, çalgıcılığın çoğalması ve farklı isimler altında çok alkol alınması, hattâ bunların meşru addedilmesi; (4) Önü alınamaz hastalıkların ortaya çıkması; (5) Bilginin ve bilgisizce şahitliğin artması, fakat ilmin azalması; (6) Devlet veya kamu malının ganimet bilinmesi ve servetin belli ellerde yığılması; (7) Oburluğun ve neticede yağlanıp semirmenin artması; (8) Ölçü ve tartıda hilenin, aldatmanın, emanete riayetsizliğin artması ve güvenin kaybolması; (9) İnsan öldürme, kargaşa ve karışıklık, patlama ve savaşların çok olması; (10) Yere batma ve zelzelelerin çok fazla görülmesi.
Kur'ân-ı Kerim'de tarihte pek çok kavimlerin helâk edildiğini ve bu helâklerin kasırga, tufan, kum fırtınaları, yanardağ patlamaları ve depremler gibi "tabiat olayları" deyip geçtiğimiz hadiselerle gerçekleştiğini okuruz. Meselâ şu âyet, bunların hepsini bir arada anar: "... Kimisinin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimisini korkunç bir patlama, bir çığlık bastırıverdi. Kimisini yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Ama gerçek olan şu ki, bütün bunları Allah onlara zulüm olsun diye yapmadı; bilakis onlar, kendi öz canlarına zulmediyorlardı." (Ankebût Sûresi/29: 40) Bu âyette helâk edilen topluluklar mutlak inkâr, şirk, zulüm ve günahlar içinde yuvarlanan topluluklar olmakla birlikte, benzer helâklere kısmî planda mü'minler de, belki daha fazla maruz kalırlar. Bunun üç önemli sebebi vardır: (1) İçtimaî hayat, bir organizmanın hayatı gibidir. Onun her bir boyutu diğer boyutlarıyla derinden alâkalıdır ve bir boyutta ortaya çıkan arıza, içtimaî bünyenin tamamını rahatsız edebilir. İlgili hadis-i şeriflerde Âhir Zaman'da yaygınlaşacağına dikkat çekilen yukarıdaki menfîlikler, birbirlerine ya sebep veya sonuçtur; her biri diğerlerini tetikler veya onların neticesinde, hattâ onlarla birlikte ortaya çıkar. Meselâ, deprem uzmanları depremlerden sonra çok konuşurlar ama, şu ana kadar hiçbirinin herhangi bir depremi yarım dakika öncesinden bile haber verdiğine şahit olmadık. Çünkü kâinattaki bütün diğer unsurlar gibi yer de Cenab-ı Allah'ın mutlak emri altındadır. Yerin altı sürekli hareketlidir ve bundan dolayı faylar kırılmakta, fakat aynı fay hattında -Erzincan, Adapazarı, Van'da olduğu gibi- birinin üzerinden çok geçmeden yeni depremler meydana gelmekte, demek ki, yeni faylar oluşmaktadır. Bu oluşumda şehirleri Cenab-ı Allah'ın rızasına rağmen büyük kurma, oralarda yüksek binalar yapma, yani yerin altını sürekli oyma ve şehirleşmede dengesizlik, atmosfere salınan gazlar, denizlerin altında nükleer denemelerde bulunma gibi fıtrata, Cenab-ı Allah'ın kurduğu sisteme ters faaliyetlerin rolü olmadığı inkâr edilebilir mi?
(2) Cenab-ı Allah (cc), musibetlerle mü'minleri günah ve hatalarından temizler; böyle musibetlerde vefat eden mü'minler şehid, telef olan malları da sadaka hükmüne geçer. Şu kadar ki, umumî musibet, umumî hata üzerine gelir, fakat böyle musibetlere uğrayan herkesin hatalı olduğu da asla söylenemez, çünkü böyle musibetler, açıkça zalim veya değil ayrımı yapmaz. Dolayısıyla, herkesin hatayı başkalarında değil, kendisinde bilmesi beklenir. Ayrıca, musibet, her zaman hata üzerine de gelmez; bazen de bilhassa bazı ferdlere manevî terakki için gelir.
(3) Allah, hatalarına başka türlü uyanmayan mü'minleri musibetlerle ikaz eder ve onlara kaybettikleri değerleri bir defa daha hatırlatır.
Kâinattaki her bir şey gibi hayattaki her bir hadise de, bize Cenab-ı Allah'tan bir mesajdır.